10 Kasım…
Bir ulusun saatini durduran ama düşüncesini yeniden başlatan gün.
O sabah, Türkiye’nin kalbinde yükselen sessizlik, yalnızca bir kaybın değil; bir bilincin yeniden sorgulanışının yankısıdır. Çünkü Atatürk, sadece bir lider değil, bir düşünce sistemiydi.
Fakat bugün, 21. yüzyılın eşiğinde, insanlık yepyeni bir soruyla karşı karşıya:
Atatürk’ün de dahil olduğu tüm büyük fikirlerin, tezlerin, ideallerin geçerliliği hâlâ sürüyor mu?

Tarih, insanın kendini anlamaya çalıştığı uzun bir laboratuvardır.
Platon, adaletin idealini; Marx, emeğin kurtuluşunu; Nietzsche, insanın güç istencini; Atatürk ise aklın ve bilimin yol göstericiliğini savundu.
Her biri kendi çağında doğruydu.
Ancak bugün çağ değişti.

Artık insan sadece düşünen değil, aynı zamanda ürettiği zekâyla yarışan bir varlık.
Yapay zekâ, bilginin merkezine yerleşti; dijital ağlar, insan ilişkilerinin yerine geçti.
Gerçeklik, veriyle; değer, algoritmayla; vicdan, hızla ölçülür hale geldi.

Bu çağda, hangi fikir mutlak olabilir?
İdeolojiler, sistemler, öğretiler — hepsi birer versiyon güncellemesine muhtaç.
Ve evet, Atatürk’ün akıl ve bilim merkezli tezi de bu yeni çağda yeniden okunmak zorunda.

Atatürk’ün düşüncesi, 20. yüzyılın en rasyonel ve ilerlemeci vizyonuydu.
Ancak bugün, rasyonalitenin kendisi sorgulanıyor.
Zekâ artık sadece insanda değil; bilinç, sadece canlılarda değil.
Dolayısıyla “akıl” kavramı bile dönüşüyor.

Bu noktada Atatürk’ü anlamak, onu eleştiriden muaf tutmak değil, kendi teziyle yeniden yüzleştirmek anlamına gelir.
Çünkü Atatürk’ün özü, dogmadan kaçmaktı.
O hâlde onu anlamanın en doğru yolu da, dogmasız düşünmektir.

Atatürk, bir son değil; bir yöntemdi.
Bir kalıp değil; bir çağrıydı.
Ve belki de bugün, Atatürkçülük’ü yaşatmanın en doğru yolu, Atatürk’ü sorgulama cesaretini gösterebilmektir.

  1. yüzyıl artık yeni bir medeniyet tasavvurunun eşiğinde duruyor.
    Toprak değil, bilgi; emek değil, zeka; otorite değil, algoritma yeni çağın belirleyicileri oldu.
    Bu medeniyetin insanı, artık dijital evrende varlık arayan bir bilinç formuna dönüştü.

Bu dönüşüm karşısında Atatürk’ün “akıl ve bilim” mirası yeniden anlam kazanıyor ama bu kez bir ideoloji değil, bir varoluş yöntemi olarak.
Yani, nasıl düşüneceğimizi, nasıl karar vereceğimizi, nasıl insan kalacağımızı belirleyen bir pusula olarak.

Bugün insanlık, tarihteki tüm büyük tezleri yeniden sorguluyor.
Kapitalizmin, sosyalizmin, ulus-devletin, dinin, hatta insan aklının sınırları yeniden çiziliyor.
Ve belki de ilk kez, insan kendi yarattığı zekâyla rekabet ederken, anlamın merkezini kaybetme riskiyle karşı karşıya.

Tam da bu noktada 10 Kasım, artık bir yas değil, bir muhasebe günüdür.
Atatürk’ü anmak, onu nostaljik bir figür olarak yüceltmek değil;
onun bıraktığı en derin mirası sorgulama cesaretini yeniden kuşanmaktır.

O’nun şu sözü, bugünün en güncel manifestosudur:

“Ben manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş fikir bırakmıyorum. Akıl ve bilim bırakıyorum.”

Bu cümle, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan en dürüst itiraftır:
Hiçbir fikir sonsuza kadar geçerli değildir — ama düşünme iradesi sonsuzdur.

10 Kasım, bir veda değil, bir başlangıçtır.
Yeni çağın aklı, Atatürk’ün aklını aşmak zorundadır.
Ama o aklın izinde yürüyerek, yani özgür düşünmeyi sürdürerek…

Belki de asıl Atatürkçülük budur:
Onun bile “yenilenmeye muhtaç” olduğunu bilmek ve bunu söyleyebilme cesareti göstermek.

Çünkü fikirler ölür,
ama düşünme cesareti yaşadığı sürece,
bir millet de, bir medeniyet de yeniden doğar.